16 Mayıs 2013 Perşembe

KİTAP NASIL KERİMLEŞİR (Kitabun Kerim)


RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH'IN ADIYLA

Neml Suresi: (Süleyman) "Durup bekleyeceğiz, doğruyu mu söyledin, yoksa yalancılardan mı oldun?" dedi. (27) "Bu mektubumla (İzheb bikitâbî) git, onu kendilerine bırak sonra onlardan uzaklaş, böylelikle bir bakıver, neye başvuracaklar?" (28) (Hüdhüd'ün mektubu götürüp bırakmasından sonra Saba melikesi:) Dedi ki: "Ey önde gelenler gerçekten bana oldukça önemli bir mektup (Kitâbun Kerîm) bırakıldı." (29) "Gerçek şu ki, bu, Süleyman’dandır ve 'Şüphesiz Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla' dır. " (30) "Bana karşı büyüklük göstermeyin ve bana Müslüman olarak gelin" diye. (31) Dedi ki: "Ey önde gelenler, bu işimde bana görüş belirtin, siz şahitlik etmedikçe ben hiçbir işte kesin değilim." (32) Dediler ki: "Biz kuvvet sahibiyiz ve zorlu savaşçılarız. İş konusunda karar senindir, artık sen bak, neyi emredersen. (33) Dedi ki: "Gerçekten hükümdarlar bir ülkeye girdikleri zaman, orasını bozguna uğratırlar ve halkından onur sahibi olanları hor ve aşağılık kılarlar; işte onlar, böyle yaparlar." (34)

Ayetleri dikkatle inceleyelim. Hz.Süleyman (as) hüdhüd ile “kitap” gönderdiğini söylüyor. Meallerde bu kısımmektup diye geçiyor. Fakat orjinaline bakarsanız burada geçen kelimenin kitap (İzheb bikitâbî)  olduğunu görürsünüz. (Gerçi mektup da kitapla aynı köktendir, bunu da belirtmiş olalım). Kitabı alan Sebe Melikesi bunu meclisine götürdüğünde orada bulunanlara bana Kitâbun Kerîm bırakıldı diyor. Ne olmuştu da Hz.Süleyman (as) ’ın gönderdiği kitap, Sebe Melikesi'ne ulaştıktan sonra Kitâbun Kerîm olmuştu. İşte olay burada çözülüyor. Sebe Melikesi mesajın içeriğini meclisine aktarıyor. Yani verilen mesajı anlamış ve ciddiyetinin farkına varmış durumda. İşte gönderilen kitap, kişiye ulaştığı ve mesajını verdiği andan itibaren amacına ulaşmıştır ve Kitabun Kerim olmuştur. Aksi taktirde muhatabına ve amacına ulaşmayan mesaj, kişi için nasıl kerimleşir?

Bu raflarda sakladığımız, yüzünden okuduğumuz, fakat manevi haz aldığımızı sanıp, mesajını alamadığımız Kitabımız içinde geçerlidir. Anlayarak okumadığımız, okuyup da mesajını alamadığımız bir kitap bize nasıl kerimleşecektir. Bize kerimleşmeyen bir kitap bizlere nasıl hidayet rehberi olacaktır. “Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakiler için yol gösterici olan bir kitaptır.” 2/2

Unutmayalım ki bizler bu kitaptan sorumlu tutulacağız, “Ve muhakkak ki o, hem senin için, hem kavmin için bir şereftir ve ondan sorulacaksınız.” 43/44. 

“Kendilerine verdiğimiz Kitabı hakkıyla okuyanlar, işte ona iman edenler bunlardır. Kim de onu inkâr ederse, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.”2/121 

“Ya Rabbi sen bizleri Kitabının hakkını vererek okuyan kullarından eyle. Bizler fakiriz sen zengin, Sözlerimizdeki hatalarımızdan ötürü bizleri affet.”

6 Mayıs 2013 Pazartesi

KUR'AN'DA 'KURBAN' AYETLERİ HARİTASI



Aşağıda Kur’an’da ‘kurban’ ile ilgili ayetlerin bir haritasını çıkardım. En çok bilinen meal (Diyanet) ile Kur’an’ın Arapçasını karşılaştırdım. Doğrular ve yanlışlar kendi araştırma ve bilgilerime göredir.
Bizim işimizin “gönüller fethetmek” değil; “zihinler açmak” olduğunu hatırlatırım. Malum bu işin bedeli ağır, sabrı zor ve fakat meyvesi tatlıdır.
Bakın ortaya nasıl bir sonuç çıktı.
***
YANLIŞ: “O hâlde, Rabbin için namaz kıl, kurban kes.” (Kevser; 5)
DOĞRU: “O halde Rabbine yönel/destek iste ve güçlüklere göğüs ger/diren” (Kevser;5).
Tefsiri: Sana “Böyle giderse her şeyden mahrum kalacak. Kendi kendini mahvediyor. Kendine yazık ediyor. Putları tanımamakla, Kureyş geleneklerine ve kurulu düzenine karşı çıkmakla toplumda bir yere gelemeyecek, sönüp gidecek.” diyorlar. Oysa yakında görecekler kimin sönüp gideceğini/ebter olacağını. Bunun için sen Allah’a yönel/destek iste (salât et) ve saldırılara göğsünü siper et/diren (nahr yap). O zaman göreceksin sönüp gitmek bir yana, destek ve nimet (kevser) asıl sana yağacak…
Görüldüğü gibi ayet namaz kılmak ve kurban kesmekle ilgili değil.
***
YANLIŞ: “Biz, (İbrahim’e) büyük bir kurbanlık vererek onu (İsmail’i) kurtardık.” (Saffat; 107)
DOĞRU: “Biz onu büyük bir kazaya uğramaktan kurtardık” (Saffat; 107).
Tefsiri: Hz. İbrahim bir rüyasında oğlunu boğazlıyor görmüştü. Durumu oğluna açınca o da 'sana söyleneni yap' dedi. Oğlunu kendi çağında çokça yapılanlar gibi ‘kurban’ etmek istedi fakat Allah ona seslenerek onu bu işten vazgeçirdi. Böylece kendisi büyük bir kaza yapmaktan, oğlu da büyük bir kazaya uğramaktan kurtarıldı. Veya ona büyük baş bir kurbanlık fidyesi verilerek kurtarıldı. Böylece insanlık tarihinde çok büyük bir adım atılmış oldu. İnsan kurbanları çağı kapandı.
Ayette geçen “zibh” kelimesi Arapça’da kaze zede, kazaya uğramak (zebîha) anlamına da geliyor. Böyle bir tefsir de mümkündür. Bu durumda fidye kelimesi de kurtarmalık bedeli manasına geliyor. Burada fidye, İbrahim’in oğlunun canı oluyor.
***
YANLIŞ: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım menfaatlere şahit olsunlar ve Allahın kendilerine rızık olarak verdiği (kurbanlık) hayvanlar üzerine belli günlerde (onları kurban ederken) Allahın adını ansınlar. Artık onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hac: 28)
DOĞRU: “Gelsinler ki, kendilerine ait birtakım yararlara tanık olsunlar ve Allahın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine belli günlerde Allahın ismini ansınlar. Onlardan siz de yiyin, yoksula fakire de yedirin.” (Hacc; 28)
Tefsiri: Eski çağlarda tapınak kamu alanı demekti. Tâ Sümerlerde bile vardır. İnsanlar ihtiyaç fazlası ne varsa (hayvan, buğday, un, elbise, altın, gümüş) tapınağa getirirdi. Hayvanların üzerine “Tanrı malı” diye isim yazılırdı. Mesela un torbası ise onun da üzerine bu isim yazılırdı ve o artık kamu malı olurdu. Hatta matematikteki rakamlar tapınağa getirilen ve kamu malı (tanrı malı) olduğu seçilsin diye hayvanların ve torbaların üzerine atılan çizik ve çeltiklerden doğmuştu.
İşte bunlar kamuya (Tanrı’ya) adanmış mallardı. Orada ihtiyaç sahiplerine dağıtmak için toplanmaktaydı. Oraya gelen ihtiyaç sahiplerine (yoksullar, garibanlar, kimsesizlere) eşit bir şekilde dağıtılırdı. Bu arada uzaktan gelenler olduğu için onlara ikram maksadıyla bazıları da kesilirdi. “Yiyin” denmesi de bundandır.
Görülüyor ki Kur’an eski çağlardan beri gelen ve tapınağı “kamu alanı” olarak gören anlayışı sürdürmekte ve Kabe civarını bir toplanma, kaynaşma, yakınlaşma ve paylaşma merkezi olarak değerlendirmektir.
Yukarıdaki ilk meallendirmede parantez içinde yazılan ‘kurbanlık’, ‘onları kurban ederken’ ifadeleri Kur’an’ın Arapça orijinalinde yok.
***
YANLIŞ: “Bu böyle. Her kim de Allahın nişanelerini (kurbanlıklarını) yüceltirse, şüphesiz ki bu kalplerin takvasından (Allah’a karşı gelmekten sakınmasından)dır. “ (Hac; 32)
DOĞRU: “Bu böyledir. Her kim Allah’ın sembollerine saygı gösterirse, kalbinde sakınma duygusu/Allah bilinci var demektir.” (Hac; 32).
Tefsiri: Burada da ilk meallendirmede geçen parantez içindeki ‘kurbanlıklarını’ ifadesi orijinal Arapça metinde yine yok. “Allah’ın şiarları” kavramı kurbanlıklar diye yorumlanarak metne dahil edilmiş. Oysa “şiar”ın ne olduğu tefsirde açıklanmalıydı. Biz açıklamışız: Şiar Sözlükte “fark etmek, hissetmek, duyumsamak” demektir.  Fark etmek, hissetmek, duymak (şu’ûr), duyuru (iş’âr), bilinç altı (tahte’ş-şuûr), slogan, amblem, sembol, simge (şi’âr), şiarlar, semboller, simgeler (şeâir), mani, halk ezgisi (şi’run şa’biyyu), saç, kıl, tüy (ş’ar), duygu, şuur, bilinç, sansasyon (şuûr), duygu, his (meş’ar), şiir okumak (şi’ran) kelimeleri bu köktendir… Demek ki şiarlar, şuûrun (bilincin) yansımalarıdır. Bunlar bir yapıya, binaya, yeryüzüne dikilmiş bir anıta nispet edilince bir şuurun, bir bilincin, bir fark ediş, hissediş ve duyuşun sembollerine dönüşürler. Bu anlamda örneğin Kâbe, Allah’ın bir şiarı, sembolüdür. İman edenlerin kalbinde bu yapının çok farklı bir anlamı ve önemi vardır. Aynı şekilde Safa, Merve, Say, Tavaf, Meş’ari Haram, Mina, Müzdelife vs. bütün bunlar Allah’ın şiarlarıdır ve sembolik derin anlamları vardır. Her kim bunlara gereken saygıyı gösterir, bunların mana ve önemini kavrarsa kalbinde bir bilinç, bir şuur, bir duygu ve hissiyat taşıyor demektir. İşin şuurunda, bilincinde demektir. Başkaları için bunlar sıradan binalar, taşlar ve hareketler olarak görünebilir. Ama iman edenlerin kalplerinin derinliklerinde bir şuurun veya bilincin ifadesi olarak yaşarlar. Ayette kastedilen de budur.
***
YANLIŞ: “Sizin için onlarda belli bir zamana kadar birtakım yararlar vardır. Sonra da kurbanlık olarak varacakları yer Beyt-i Atik (Kâbe)’dir.” (Hacc; 33)
DOĞRU: “Sizin için onlarda belli bir süreye kadar faydalar vardır. Dahası onlar yeryüzünün en eski anıtının anlamını açıklarlar.” (Hacc; 33).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu seferde ayette geçen “mahill” ifadesi “kurbanlık” olarak çevirilmiş. Parantez içinde kurbanlık kelimesini sokuşturmak yetmiyormuş gibi “şiar”, “mahill”, ileride gelecek “nüsuk”, “hedy”, “behimetu’l-en’am” hepsi de dümdüz edilerek “kurbanlık” olmuş (!).
Bu ayette geçen “mahill” sözlükte “çözmek, açmak, indirmek” kökünden gelir. Ayette harfi harfine; “Sonra onun ‘mahilli’ ‘Beyt-i Atik’edir.” şeklinde geçmektedir. Çözmek, açmak, analiz etmek, tahlil etmek (tahlîl), yer tutmak, bir yere indirme yapmak, bir yeri istila etmek, işgal etmek (ihtilâl), meşru saymak, kendisine helal etmesini istemek (istihlâl), çöküntü, çözülme, dejenerasyon (inhilâl),   formül, çözüm, çare (hall), çözülmüş, serbest kılınmış, meşru (helâl) işgal edilmiş, işgal altında (muhtell), yer, mekan (muhill), semt, bölge (mahalle), bölgesel, yöresel (mahallî) kelimeleri bu köktendir… Yukarıdaki ayette şeâirillah (Allah’ın şiarları) denmesi haccın tüm imge, simge ve sembolleri manasında kullanıldığını göstermektedir. Nitekim bazı müfessirler bu manada yorumlamışlardır (Razi). Bu durumda ayette geçen mahill kelimesi “Kurban kesme yeri” değil, “Açıklama, açıklığa kavuşturma yeri” anlamına gelir. Bu durumda mana; “İman edenlerin kalplerinde apayrı bir anlam ve önemi olan Allah’ın şiarları yani Kabe, Tavaf, Arafat, Safa, Merve, Müzdelife vb. haccın sembolik eylem ve nüsukları (ritüelleri), yeryüzündeki en eski beytin (beyt-i atik) ne anlama geldiğini, mana ve önemini açıklar” şeklinde olur.
***
YANLIŞ: “Her ümmet için, Allahın kendilerine rızık olarak verdiği hayvanlar üzerine ismini ansınlar diye kurban kesmeyi meşru kıldık. İşte sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Şu hâlde yalnız O’na teslim olun. Alçak gönüllüleri müjdele!” (Hacc: 34)
DOĞRU: “Biz her ümmet için imge/simge/ritüel belirledik (mensek). Ki rızık olarak verdiğimiz hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır. O’na teslimiyet gösterin. Kalbi temiz olanları müjdele” (Hacc: 34).
Tefsiri: Görüldüğü gibi bu ayette de “mensek” kelimesi ‘kurban kesmek’ olmuş. Halbuki menseknusuk kökünden gelir ve menâsik olarak tüm hacc ritüel ve sembollerini ifade eder. Şu ayet daha açıklayıcıdır: Biz her ümmet için sembolik hareketlerden oluşan ritüeller belirledik.”(menseken hum nâsikuhu). Buna diğer bazı mealler “ibadet tarzı”, “ibadet yolu” da demiş ki nispeten doğrudur. Bu durumda “Her ümmet için” diyerek genellendiği için sadece hacc menâsiki (tavaf, sa’y, arafatta vakfe, Safa, Merve, müzdelife) değil; dinin içindeki tüm tekrarlanan imgeleri/simgeleri/sembolik hareketleri kapsar: Kıyam, ruku, secde, oruç vb.
Rızık olarak verilen “hayvanların üzerine Allah’ın ismini anmak” ise yukarıda geçtiği gibidir. Bu tabir haccda geçtiğinde infak edilmek üzerine kamu alanına (Kabe’ye) getirilen canlı hayvanlar manasında, diğer yerlerde ise “Allah’ın etinin yenmesine izin verdiği hayvanlar” demek oluyor.
Kabe’ye ihtiyacı olanların alması için getirilen hayvanlar üzerlerine Allah’ın ismi anılmakla (yazılmakla, mühür vurulmakla) “Allah’ın malı” (kamu/herkese ait) oluyorlar ve illa kesilmeleri de gerekmiyor. Canlı canlı da infak edilebiliyor. Ve hatta bunun illa hayvan olması da gerekmiyor. Tarım ve hayvancılık toplumu; bir yoksul bir deveye sahip olmakla, iki çift öküz almakla icabında yoksulluktan bile kurtulabiliyor.
***
YANLIŞ: “Kurbanlık büyük baş hayvanları da sizin için Allahın dininin nişanelerinden kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf saf sıralanmış dururken (kurban edeceğinizde)üzerlerine Allahın adını anın. Yanları üzerlerine düşüp canları çıkınca onlardan siz de yiyin, istemeyen fakire de istemek zorunda kalan fakire de yedirin. Şükredesiniz diye onları böylece sizin hizmetinize verdik.” (Hacc: 36)
DOĞRU: “Cüsseli hayvanları da sizin için Allahın şiarlarından kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Onlar saf halinde yan yana dizildiklerinde üzerlerine Allahın adını anın. Nihayet onlardan yiyin, istemeyen yoksulu da istemek zorunda kalan yoksulu da doyurun. Böylece onları sizin hizmetinize verdik. Umulur ki şükredesiniz.” (Hacc: 36).
Tefsiri: Bu ayetler Kabe etrafında müşrikler tarafından kurulan, cüsseli (büyükbaş) hayvan, deve, koyun ve her tür ekin ürünlerinin “iç edilmesi” üzerine kurulu düzene karşı söyleniyor. Çünkü onlar Kabe’ye getirilen hediye (hedy) hayvanlarına ve ekin ürünlerine el koyuyor, yoksullara gitmesine engel oluyor ve ihtiyaç sahipleri arasında eşitçe dağıtılmasına yasaklar getiriyorlardı. Kur’an’daki tabirle “yerli yabancı herkesin eşit hakka sahip olduğu” Mescid-i haramdan insanları alıkoyuyorlardı. (Hacc: 25).
En’am suresinde bu menfaat çarkının nasıl döndüğü uzun uzun anlatılır. Mesela bir yerde şöyle denir:
“Tutup Allah’ın yarattığı ekin ve hayvanlardan  ona bir pay ayırdılar ve kendi akıllarınca “Bu Allah için, bu da ortaklarımız için” dediler. Ortakların payı Allah’ın payına geçmez, ama Allah payı ortaklarına geçer; ne berbat bir iş bu!” (En’am; 136)
Görüldüğü gibi en’am “nimet olarak gelen sığırlar” manasında kullanılıyor. Çünkü rivayete göre cahiliye Arapları ekin ve sığırlardan el koydukları ürünleri putlar ve Allah arasında bölüştürürlerdi. “Şu Allah’ın payı şu da tanrılarımızın payı” derlerdi. Allah için ayırdıkları payı başkaları için harcarlar, putları için ayırdıkları payı zimmetlerine geçirirlerdi. Putların payından Allah’ın payına bir şey geçerse hemen geri alırlar, Allah’ın payından putlarının payına geçen bir şey olursa, sonuçta bu kendi ceplerine gireceğinden hiç ses etmezler “Allah zengindir putlar fakir, O’ndan bunlara bir şey geçmesinden bir şey olmaz” derlerdi (İbn Abbas). Demek ki cüsseli hayvanlar (el-budne) Kâbe etrafındaki ni’met (en’am) istismarına dayalı bu “hayvan döngüsünü” ifade ediyor.
En’am suresi 135-140 arasında bu döngünün nasıl işlediğini okuyabilirsiniz. Burada esas amaç kurban kesmek değildir. Kabe’ye getirilen hayvanların “çete” tarafından iç edilmesi ve aralarında üleşilmesine karşı onların kamunun/yoksulların hakkı olduğunun vurgulanmasıdır. Bu arada kesilenler varsa -ki bu örfen müstahaptı- onların da sadece etlerinden yenilebileceği (kendine ayırıp biriktirmek yok) gerisinin yine yoksullara dağıtılması gerektiğinin ısrarla vurgulanmasıdır.
Tabi bütün bunlar hacca gidenler için geçerli. Oradaki durum anlatılıyor. Hacca gitmeyenlerin kurban keseceğine dair Kur’an’da en küçük bir ima bile yok.
Kur’an’da sadece mazereti sebebiyle hacca gitmeye niyetlenip de gidemeyenlerin Kabe’ye bir hedy (adanmış hayvan) göndermesi istenir. (Bakara 196). Çünkü ihtiyaçtan fazla olanın oraya gönderilmesi ve orada ihtiyaç sahiplerinin eline ulaşması istenmektedir. Gönderilecek hayvanın illa kurban olarak kesilmesi gerekmiyor. Hedy hediye kökünden gelir ve canlı bir hayvanın veya bedelinin yoksula bağışlanması manasına gelir. Kabe’ye getirilen “kurbanlık hayvan” demek,“adanmış hayvan” demektir; Allah’a, Kabe’ye, yani kamuya, ihtiyaç sahiplerine adanmış, onlara verilmek üzere getirilmiş canlı hayvan, ekin ürünü vs. demektir. Bu dahi “hacca niyetlenip de gidemeyenler” için geçerlidir.
Sonra yukarıdaki ayetin devamında şöyle denilir: “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır. Böylece onları sizin hizmetinize verdi ki, size doğru yolu gösterdiğinden dolayı Allah’ı büyük tanıyasınız. Güzel ahlak sahiplerini müjdele.” (Hacc; 37)

“Asla” denilerek ulaşmayacağı söylenen et ve kan zaten Araplarca da kesilmekte olan kurbanlardı. Klasik zihin burada kurban kesen kişinin, kurbana bıçağı çalarken içinde taşıdığı takva duygusunun kastedildiği şeklinde anlıyor. Burada kurbana teşvik değil; sakındırma, yapmayın bunu artık, bir anlamı yok vurgusu var.

Ayetin sonundaki cümleden de anlaşılacağı gibi aslolan hayatın içinde güzel ahlak sahibi (muhsinin) olmaktır. Allah sizin kurbanlarına bakmaz, ete, kana, deriye, bağırsağa bakmaz. Bunlar için günahlarınızı affedecek de değildir. İçinizde Allah bilincinden kaynaklanan sakınma duygusu (takva) ile yaşayıp yaşamadığınıza ve ahlakınıza bakar. Açıkça diyor işte: “Asla ulaşmaz” Şu halde neden kesip duruyorsunuz, ulaşmayacak işte. Duymayacak o hayvanların sesini, kan kırmızısı boğazın görüntüsünü, duymayacak!
***
Üç yerde daha kurban ile ilgili ayet var. Onları da aktarıp bitiriyorum;
Bakara suresinde İsrailoğullarına “inek kesmeleri” istenir. Bundan maksat Mısır Firavun İmparatorluğu’nun sembolü İnek/Boğa (Bakara) dır. Onunla ilişkinizi tümüyle kesin denmek istenir. (Bakara 67).
Maide suresinde Adem’in iki oğlu kıssası (Kabil-Habil) anlatılır. Kabil haksız yere toprağa çit çevirip özel mülkiyetine geçirir. Onu başkasından saklar. Ondan gelen ürünü Allah kabul etmez. Ama Habil Allah’ın mülkü olarak olarak gördüğü ve kendi emeği ile ekip biçtiği topraktan ürün getirir. Onunki kabul edilir. Buradan Allah’ın mülkünü sahiplenmeyin, kendi emeğinizle geçinin, başkasının (kamunun) hakkını gasbetmeyin, kul hakkı yemekten sakının, Allah sakınanlarınkini (muttaki) kabul eder mesajı verilir. (Maide; 27)
Al-i İmran suresinde Yahudilerin, Hz. Peygamber’i “Kurbanı inkar etmekle” suçladıkları anlatılır.“Allah bize ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamızı emretti”(Ali-İmran; 183) demektedirler. Onlara göre peygamber kendi bildikleri ve anladıkları tarzda ateşte yanarak kesilen bir kurban (yakmalık sunu) getirmelidir. Muhammed bunu getirmediğine göre kurbanı inkar ediyor demektir. Üstelik bunu onlara Allah böyle söylemiştir. Yakmalık sunu kurbanı apaçık Allah’ın emridir!
Kur’an onlara şöyle cevap verir: “De ki: “Benden önce size nice peygamberler, açık belgeleri ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?” (Ali-İmran; 183).
Cevap çok manidardır.
***
İşte Kur’an’da “kurban” ile ilgili geçen ayetler bunlardır.
Acaba Kur’an’ın ‘kurban haritası’ görünen uygulamalara uyuyor mu?

İBRAHİM'İN KUŞLARI: BARIŞ VE ESENLİK BAYRAMI


İnsanlar, bugünlerde, dört bin yıl önce eski temelleri üzerine Hz. İbrahim’in yeniden inşa ettiği Kabe’ye akıyorlar…

İnsanlığa kendi özünü; doğuş, varoluş ve ayağa kalkış yerini hatırlatan, bunun için de bir  anma yeri/anıt (zikra) olan Allah’ın ve Adem’in evi Kabe’ye doğru akıyorlar…

İnsanlık tarihinde, yankısı çağlar boyu süren (mübarek) mekana doğru, gerek yaya, gerek binek hayvanlar üzerinde, gerek otomobil , gerekse de uçaklarla yürüyüş güzergahlarına (seyr-i sefer) çıkarak “Ev”in etrafında toplanıyorlar…

Bir buçuk milyona yakın Müslüman anmaya, hatırlamaya (zikr) koşuyor…

İslam dünyası bir büyük bayramı daha idrak ediyor.

Büyük toplanma (9 Zilhicce’de) Arafat meydanında gerçekleşecek.

Büyük barış, esenlik, toplanma, aynı hizada durma (vakfe) ve eşitlenme (statülerden arınma/ihram), yoksula kimsesize, çaresize yakınlaşma bayramı…




***

Demek ki ayette kullanılan metaforla, “İbrahim’in kuşları”, dünyanın dört bir köşesinden; tepelerden, ülkelerden onun çağrısına kulak vererek toplanıyor…

“İbrahim’in kuşları” birleşiyor, yekvucut oluyor…

Bulundukları tepelerden sökün ederek çağrıldıkları yere doğru hızla geliyorlar…

Bugünlerde dünya semaları, bulundukları tepelerden İbrahim’e (Kabe’ye) doğru, guruplar halinde süzülerek gelen kuş göçleri ile renkleniyor…

Göçmen kuşlar, mevsimi geldiği için akın akın yurtlarına dönüyorlar.

Gökyüzü kuşların kanat sesleriyle yankılanıyor…

İlk doğdukları, “tek bir topluluk” halindeyken parçalandıkları, “aralarındaki kin ve düşmanlık” sebebiyle dağıldıkları, dünyanın dört bir yanındaki tepelerden akın akın ilk “doğuş ve ayağa kalkış” (qıyamen li’nâs) mekanlarına doğru dalga dalga akıyorlar…

Bir hac mevsimine daha giriyoruz.

“İbrahim’in kuşlarının” toplanma mevsimini, belki de dörtbininci kez yeniden/yenilenerek (tekrar değil) yaşıyoruz.

***

 “İbrahim’in kuşları” örneğinin anlatıldığı Bakara; 2/260. ayetinin bu mesajları verdiğini düşünüyorum. Zira bugünlerde tam da bu ayetin “yaşayan” örneğine şahit oluyoruz;

“Bir zamanlar İbrahim "Ey Rabbim! Bana ölüleri nasıl dirilteceğini göster" demişti. Allah "Yoksa inanmıyor musun?" diye sormuştu. İbrahim cevap vermişti; "Elbette inanıyorum, ama açıkça görmek, iyice tatmin olmak istiyorum. Öyleyse demişti Allah, dört kuş bul ve onları kendine alıştır. Sonra onları her bir tepeye ayrı ayrı koy, sonra da çağır; hızla sana gelecekler. Allah'ın her şeye gücü yeter, çok bilgedir; bundan hiç şüphen olmasın.” (2/260).

Yani: Ey İbrahim! Ölülerin nasıl diriltileceğini anlamak istiyorsan, işi kolayca anlaman için sana şu örnek yeterlidir: Dört tane kuş bul ve onları seslendiğinde sana gelecek hale getirene kadar alıştır. Bu alıştırmayı tekrar tekrar yap. Kuşlar iyice alıştıktan sonra her birini sağ olarak bir dağın tepesine koy, sonra onları çağır. Onların sana hızla geldiklerini göreceksin! İnsan ruhlarının içinde bir ömür geçirerek iyice alıştıkları bedenlerine tekrar geri dönmeleri de işte böyledir (Ebu Muslim)… Fıtrat olarak zaten Allah’tan gelen insan ruh ve bedenlerinin, öldükten sonra çağrıldıklarında kuşlar gibi “alışkın, ilgili, alâkalı” (alaq) oldukları Allah’a dönmek için dirilmeleri, hayat bulmaları da işte böyledir. Zaten bu ilâhi ilgi ve alâkadan (alaq) yaratılmışlardı…

Görüldüğü gibi bu örnek, ölümden sonraki dirilişin nasıl olacağına dair bir“metafor” (eğretileme, mecaz, anlam geçişmesi) olmaktadır. Yani bir örnek verip onun üzerinden ötesine taşıma (meta-phor) veya ötesini kavratmaya çalışma…

Aynı zamanda bu, yeryüzünde dağılmış, ölmüş bitmiş veya üzerine ölü toprağı serpilmiş bir topluluğun/milletin/ümmetin  nasıl dirileceğini, nasıl hayata döneceğini gösterir çarpıcı bir örnektir de.

Şöyle ki: Parçalanmış, her biri yeryüzünün bir köşesine dağılmış bir ümmet de işte böyle yeniden dirilir; hayat bulur… Önce bütün bu parçalar ortak bir “ittihat”(birlik) ülküsü içinde tek bir noktaya doğru alıştırılmalıdır. Bu nokta “vahdet”fikridir. Bir amaç ve ülkü etrafında toplanmanın şart olduğu düşüncesidir. Buna duyulan derin inanç ve sarsılmaz umuttur. Bunun tekrar tekrar üzerinde durulmasıyla zihinler bu fikre alışacak; “büyük ülküye” derin bir inanç ve sarsılmaz bir umut bağlamaya başlayacaklardır. Ancak bu biraz zaman alabilir… Sonra bir gün gelip de “Ey parçalanmış kuşlar, gelin, birleşin!” diye bir çağrı duyduklarında, göçmen kuşları gibi bulundukları dağlardan, tepelerden, ovalardan, parça parça edildikleri ülkelerden, sökün ederek bir noktaya doğru akacaklardır.

İşte “İbrahim’in kuşları” böyle toplandığı gibi “İbrahim milleti” de böyle birleşecektir…

İbrahim’in kuşları meselinin, hayatta ve tabiatta, çağlar boyu “yaşayan” mesajı bundan başkası olabilir mi? Örnek, hala yaşayan/yaşamakta olan bir olaydan seçiliyor. Kafanızı kaldırın; martılara, güvercinlere, kuzeyden güneye, doğudan batıya giden göçmen kuşlarına bakın…

Bir güvercinin, şehrin ta öbür ucundan sahibine nasıl geldiğini, nasıl olup da“alıştırıldığı” yuvasının yolunu bulduğunu araştırın. Bu örnekle ne denmek istendiğini o zaman anlarsınız.

Bu ayet ve örnek “Allah’ın kuşları” olan tüm insanların, bir gün gelip güvercin sadakati ile nasıl onun çağrısına icabet edeceklerini ve de “İbrahim’in kuşları” olan Millet-i İbrahim’in, yurtlarına/yuvalarına dönen göçmen kuşları gibi nasıl toplanıp birleşeceklerin mesajını veriyor.

***

Bunun için “toplanma merkezi” (yuva/yurt) olarak Kabe’yi gösteriyor.

Hz. İbrahim’in dört bin yıl önce, Babil’in Zigguratları ile Mısır’ın Piramitlerine nazire olurcasına, çölün içinden yükselttiği o dört duvardan ibaret Ev’i…

İnsanlığın ilk doğuş ve yayılış merkezinde yeniden inşa ettiği Allah’ın ve Adem’in Ev’ini; en eski anıtı (Beyt-i Atik), insanlar için ilk yapılan, en önce olan Ev’i (Evvelu’l-Beyt)

Peki neden Kabe?

Kabe’nin Müslüman bilinç ve insanlık tarihi açısından önem ve anlamı nedir?

Bunu dört maddede özetlememiz mümkündür;

1- Antropolojik anlamı: Kâbe insan soyunun ilk ortaya çıktığı veya göründüğü yerdir. Öyle görünüyor ki ilk çekirdek aile/aileler Kâbe’de veya civarında yeryüzünde görünmeye başlamıştır. Oradan çoğalarak yeryüzüne dağılmışlardır. Bu nedenle her yıl insanlık, hac mevsiminde, ilk çıktıkları insanlık köküne dönmeye, haccetmeye çağırılırlar.

2- Sosyolojik anlamı: Her yıl hac mevsiminde insanlar atalarının yeryüzünde göründükleri, ilk yurtlandıkları yerlerde toplanırlar. Aralarında sonradan oluşmuş her tür statü, ırk, cinsiyet, dil ve sahte din ayrılıklarını bir kenara bırakarak beyaz kefenlere bürünürler. İlk doğal hallerine dönerler. Tam bir eşitlik içinde insanlık gösterisi yaparlar.

3- Kozmolojik anlamı: Evrende maddî bir merkez bulunmamaktadır. Kâinat Allah’ın yed-i kudreti (kozmik gücü) ile ayakta durmaktadır. Allah’ın kozmik gücü evrenin potansiyelliğine sinmiştir. Bu anlamda Allah yerlerin ve göklerin nurudur (enerjisi, ruhu, canlılığı). Bütün evren Allah’ın sınırsız ve boyutsuz gücü etrafında dönmektedir. Kâbe etrafında dönme (tavaf) işte bu kozmolojik döngüye sosyolojik katılımdır. Evrenin sahibi değil mensubu olduğumuzun ilânıdır. Burada tavaf sembolizmi ile tevhidi dünya görüşünün birlik (ehad) ve bütünlük (samed) merkezli muazzam mesajı verilmektedir.

4- Teolojik anlamı: Kâbe, Kuran’da geçtiği gibi, aynı zamanda, Allah’ın sembolik evidir (beytullah). İnsanlar için yapılmış en eski evdir (evvelu’l-beyt, beytu’l-atik). İnsanların ilk göründüğü, etrafında toplaştığı  yere Allah’ın evi denmesi, Allah ile insanın ontolojik buluşmasını sembolize eder. Allah’ın bütün varlığa yayılan sevgi ve merhametini (rahmet), kendi vicdanımızda bulup yakaladığımız an (vecd/vicdan) Allah ile buluşmuş oluruz. Buradan Allah ile kozmik bir yolculuk halinde olduğumuzu anlarız. İşte Kâbe bu buluşmanın sembolik olarak gerçekleştiği yerdir. Kâbe, aşağıdan yukarıya doğru (antropoloji) Âdem’in, yukarıdan aşağıya doğru (teoloji) Allah’ın evidir…

Bu anlamda Kâbe üç kez yeniden ayağa dikilmiştir. Âdem ve Havva (Adem ve Havvalar; ilk insanlar) ilk kez yapmış, İbrahim eski temelleri üzerine yeniden inşa etmiş, Muhammed (s.a.v) de asıl fonksiyonuna tekrar kavuşturmuştur.

Bunun için Kâbe insanlık tarihinin merkezidir.

Tevhit, adalet ve özgürlük mücadelesinin, çağlar boyu sürmüş ve sürecek basit fakat görkemli anıtı, “orada öylece durarak” zaman zaman yolunu şaşırmış insanlığa yol gösteren (huda) bir hatırlatma, anma (zikra) ve  titreyip kendine gelme yeridir.

Orası sadece, o ada ismen “Müslümanlığın” değil “insanlığın” merkezidir. Bir dine değil bütün insanlığa aittir. Kâbe’nin bulunduğu şehir (Mekke) bu nedenle bir anlamda “Evrensel Barış ve Adalet Yurdu’nun” (Dârus-selâm) kalbidir. Bu nedenle ortak bir ümmet plâtformu tarafından yönetilmesi ve buna bağlı bir barış gücü tarafından korunması gerekir…

***

“İbrahim’in Kuşları” işte böylesi bir anıtın etrafında toplanmaya çağrılıyor. Orayı“kıble” yaparak insanlıkta öncü ve önder bir ümmet olmaya çağrılıyor.

Bugünlerde gökyüzü akın akın Ev’i doğru giden “İbrahim’in kuşlarının” kanat sesleriyle yankılanıyor. Bunlar, yaklaşmakta olan Allah’ın günlerinin (Eyyamullah)muştularıdır aslında.

İbrahim’in kuşlarının, bir gün, konuldukları tepelerden sökün ederek, akın akın toplanacağı günler yakındır.

Yeter ki buna sarsılmaz bir şekilde inanın, umudunuzu kaybetmeyin. 

Böylesi bir büyük ülkünün; yani Dâru’s-Selam’ın insanlığın şafağında doğacağı günlerin yakın olduğuna dair inancım ve umudum tamdır. Çünkü Allah günleri insanlar üzerinde döndürür. O, her an bir iş ve oluştadır. Dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerinde titreyendir (Hayyu Qayyum).

Göklerden süzülüp gelen özgür kuşlar gibi, bir gün,  yeryüzünden de böyle özgürce yürüyüp yekvucut olacağız.

Yeter ki alıştırın kuşları…

Millet-i İbrahim’in parça parça edilmiş, dağılmış, dağıtılmış, ürkütülmüş, korkutulmuş, zincire vurulmuş, ayrı ayrı tepelere, dağlara, ovalara, vadilere, ülkelere mahkum edilmiş kuşlarını…

Yeter ki alıştırın, uzlaştırın, yakınlaştırın,  ittihad ve vahdet, sevgi ve merhamet yumağı haline getirin…

“Bir gün” çağrılınca koşup geleceklerdir…

Hz. İbrahim’in karış karış dolaştığı Ortadoğu’da İbrahim’in ayrı ayrı tepelere konulmuş kuşlarının birisi Araplar ise diğeri Türkler, birisi Farslar ise diğeri Kıpçaklardır.

Aynı şekilde Türkiye’de birisi Türkler ise diğeri Kürtler, birisi Aleviler ise diğeri Sünnilerdir.

Bunlar parça parça edilmiş, ayrı ayrı tepelere konulmuş, birbirinden ayrı düşürülmüş“İbrahim’in kuşları”dır.

Ortak ülkeye (yuvaya) alıştırılıp “bir gün” çağrı gelince koşup geleceklerdir. Yeter ki ortak ülkede kendilerine onurlu ve eşit yer bulabilsinler.

İşte o gün bayram  barışın, kardeşliğin ve eşitliğin bayramı olacaktır.

Aksi halde kuşlar ayrı ayrı tepelerde kalırsa her biri teker teker donacak, kurda kuşa yem olacak, ölecekler.

“Bana ölüleri nasıl dirilteceğini göster?” diyen İbrahim’e ve onun üzerinden bizlere kuşlarla ne anlatılıyor, anladınız mı?

YECÜC VE MECÜC; HERCÜ MERC/ KARGAŞA


YE’CUC VE ME’CUC KİMDİR?
 [ÖZET SONUÇ: Ye'cüc ile Me'cüc tarihin belirli bir döneminde yaşamış veya mekânın belirli bir yerinde bekleyip duran bir halk değildirYecüc ile Me'cüc aslında her çağda yeryüzünde fesat çıkaran topluluklardır. "Karışıklık, kargaşa, altüst olma" anlamına gelen herc-ü merc, Ye'cüc-ü Me'cuc ile aynı manadadırBu tabirle aslında toplumların çöküş, kokuşma ve yok oluş sürecine girmeleri anlatılmak istenmektedirKötülüğün, fesadın, kokuşmuşluğun, kargaşanın her köşeyi sarması, toplumun herc-ü merc olmasıyla yani Yecüc ve Mecücün ortaya çıkmasıyla giderek çöker. Bu, Allah'ın söz verdiği bir toplumsal çöküş yasasıdır. Bu duruma düşmemek için kokuşmuşluğun her yanı kaplamasına karşı setler örülmeli, kötülük duvarın arkasında kalmaya mecbur edilmelidir. Bu tek tek başarılamıyorsa iktidar gücü kullanılarak fesat ve kötülüklerin önüne demir külçelerle sağlam duvarlar örmelidir.Nihayet bu kokuşmuşluk bir toplumla sınırlı kalmaz tüm dünyaya yayılırsa, yani yeryüzünün her köşesi karışır, yecüc ve mecüc her yanı kaplarsa, insanlık toptan bir hercümerc hali yaşarsa, o zaman da "hak söz" yerine gelir. Her azgın despota eski Mısır'dan kalma "Firavun", eski Babil'den kalma "Nemrut" denmesi gibi Yecüc ile Mecüc de Zulkarneyn döneminden kalma bir adlandırma ile "Her fesat çıkaran topluluk" için genel bir ad olmak durumundadır. Şu halde Yecüc ve Me'cüc tarih aktıkça her an, her yerde ve her edvarda (her devirde, çağda) ortaya çıkan herc-ü merc olma halinin din dilindeki ifadesi olmaktadır.]
YECÜC VE MECÜC; HERCÜ MERC/ KARGAŞA
Onlar “Ey Zulkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc. bu yerde fesat çıkarıyorlar. Bu yüzden onlarla bizim aramızda bir set yapman için sana bir vergi ödesek olur mu?” dediler. (Kehf; 18/94)
Ayette geçen [YE'CUC VE ME'CUC] tabiri sözlükte Arapça olmayan iki isim olarak geçer. Genel olarak din dilinde “Yeryüzünde fesat çıkaran topluluklar” anlamında kullanılmaktadır.
Kuran’da “Ey Zulkarneyn, Ye’cuc ve Me’cuc bu yerde fesat çıkarıyorlar” (18/94), “Yecüc ve Me’cuc her köşeyi sarıncaya kadar” (21/95-97) şeklinde geçerken İncil‘de “Bin yıl tamamlanınca Şeytan atıldığı zindandan serbest bırakılacak. Gog’la Magog’u (Yecuc ile Me’cüc’ü) savaş için toplayacak. Toplananların sayısı deniz kumu kadar çoktur (Vahiy; 20-7) şeklinde yer alıyor. Tevrat’ta ise İsrail’in düşmanları alarak geçiyor (Çıkış; 10-2, Tarihler I; 5, Hazakiel; 38-2, 39-6)…
Bu tabirle kimin kastedildiğine dair yığınla rivayet üretildiğini görüyoruz. Bu rivayetleri üretenler aslında kendilerinden bahsedildiğinin farkında değiller. Şöyle ki: Önce şu ayetleri dikkatle okuyalım; “İyi dinleyin! Sizin ümmetiniz tek bir ümmettir. Çünkü hepinizin Rabbi Benim. Öyleyse Bana ibadet edin. Ama insanlar aralarındaki bu birliği paramparça ettiler. Hem de sonunda topluca bize döneceklerini unutarak. Kim iman edip iyilik, güzellik ve doğruluk için çalışırsa karşılığını bulacaktır. Çünkü lehine her şeyi kaydetmekteyiz. Bu bakımdan yok etmeye karar verdiğimiz bir halkın artık geri dönüşü yoktur. Ta ki Ye’cüc ve Me’cüc başlayıp her köşeyi sarıncaya kadar. O zaman başa gelmesi kaçınılmaz olan söz de yaklaşmış olacaktır” (21; 92-97).
Demek ki Ye’cüc ile Me’cüc tarihin belirli bir döneminde yaşamış veya mekânın belirli bir yerinde bekleyip duran bir halk değildirYecüc ile Me’cüc aslında her çağda sürekli yaşamaktadır.
Türkçede “herc-ü merc” deyimi bu tabirle ne anlatılmak istendiği hakkında bir fikir verebilir (Herc-ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab-M. Akif). “Karışıklık, kargaşa, altüst olma” anlamına gelen herc-ü merc, Ye’cüc-ü Me’cuc ile aynı manadadır. Nitekim yukarıdaki Kuran, Tevrat ve İncil’deki kullanımların tümünde bu manada kullanılmıştır.
Demek ki bu tabirle aslında toplumların çöküş, kokuşma ve yok oluş sürecine girmeleri anlatılmak istenmektedir. Birlik içinde iman ve salih amel üzere olan bir topluluk, kötülüğün, fesadın, kokuşmuşluğun, kargaşanın her köşeyi sarması, toplumun herc-ü merc olmasıyla yani Yecüc ve Mecücün ortaya çıkmasıyla giderek çöker. Bu, Allah’ın söz verdiği bir toplumsal çöküş yasasıdır. Böyle her çöküşten sonra insanlık aklını başına toplarsa yeniden kendine gelebilir ve ayağa kalkabilir. Buna da yükseliş yasası (iman ve amel-i salih) denir.
Bu duruma düşmemek için kokuşmuşluğun her yanı kaplamasına karşı setler örülmeli, kötülük duvarın arkasında kalmaya mecbur edilmelidir. Bu tek tek başarılamıyorsa iktidar gücü kullanılarak fesat ve kötülüklerin önüne demir külçelerle sağlam duvarlar örmelidir. Onlara bu hususta bedenen ve malen destek olunmalıdır ki toplumda huzur sağlansın, maddi ve manevi kokuşmuşluk toplumu yok etmesin. Aksi halde bu işin geri dönüşü yoktur. Toplum işgal, esaret, afet veya tabiî bir şekilde yavaş yavaş yok olur. Yaşadığı yer harabeye, konuştuğu dil ölü diller durumuna düşer, milletler mezarlığına gömülür.
 Nasıl ki her hayata atılan genç bir Yusuf’tur ve Yusuf kıssası her hayata atılan gençle birilikte yeniden başlar ve insanoğluna hayatın içinde desise, yalan, dolan, ihtiras, şehvet gibi kötülük dürtülerine karşın söz, namus, vefa, doğruluk, dürüstlük, erdem gibi iyilik değerlerinin yükselişini anlatır, aynen böyle, Yecüc ve Mecüc de insanlık tarihindeki kokuşmuşluk, bozulma, çürüme ve insanlıktan giderek uzaklaşma ile birlikte yok oluşun kaçınılmazlığını anlatır.
Şu halde Yecüc ve Me’cüc tarih aktıkça her an, her yerde ve her edvarda (her devirde, çağda) ortaya çıkan herc-ü merc olma halinin din dilindeki ifadesi olmaktadır.





YUSUF

Yusuf gibi olmak istiyorsan, züleyhanın sıkı kapılarına güzelliğine ve tüm davetkar sözlerine  karşı diyeceğin tek söz: "ben Allah'tan korkarım" dır.